Basit bir örnek ile geçmiş ile şimdiki dönemi kıyaslamaya yardımcı olayım: yüz yıl önce evinden çıkan insanın gideceği yere varana kadar gözü asla ama aslâ harama bulaşmazdı. Çünkü ne göz zinâsına ne de haram fiile şahit olurdu. Ancak günümüzde durum böyle mi? Elbette değil. Bırakın normal bir yere gitmeyi¸ abdest alıp camiye gitmek üzere kapınızdan dışarı adımınızı attığınız anda her türlü haram bizi karşılar. Camiye girene kadar pek çok fesat edici kalbi meşgul edecek şeyleri yüklenmiş oluruz. İbadet etmek için çıktığımız evimizden ihlasımız¸ niyetimiz ve ibadet coşkumuz zayıflamış olarak mescide gireriz. Halbuki takvamızı ve kulluğumuzu güçlendirmek için evimizden çıkmıştık.
Tüm bu olumsuzluklara rağmen¸ dertlenmemiz sınavda olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor. “Sorularımız/sorunlarımız ağır ve çok çeşitli¸ bu nedenle bize daha uzun ömür verilmeli.” deme şansımız yok. değişmeyen tek şey var: O da hayat sınavında olduğumuz ve ömrümüzün her an akıp gittiğidir. bize düşen ise karşılaştığımız fenalıklar karşısında ne yapmamız gerektiğidir.
Bu yüzden etrafımızdaki fenalıklardan ve dünyanın çivisinin çıktığından dertlenmek yerine kendi ödevlerimizi ne kadar yerine getirdiğimize bakalım. Kıldığımız namazdan lezzet almak için çabalıyor muyuz? Hayatımızı başka ibadetlerle süslemeye ve bu yolla imanımızı takviye etmeye gayret ediyor muyuz? Bir düşünelim bakalım¸ Cuma namazları dışında Allah’ın evlerine kaç kez gidiyoruz? Çocuklarımızla eşimizle anne babamızla oturup Allah’ı hatırlatacak sohbetler yapıyor muyuz? Onları istikamet üzere tutmak için yavrularımıza zaman ayırıyor muyuz?
Yoksa eve girdiğimizde hemen televizyon kumandasını mı kapıyoruz? Rızkımızı helalinden temin etmek için dikkatli davranıyor muyuz?
Soruları çoğalttığımız zaman esasında ihmal ettiğimiz ne kadar çok ödevimiz olduğunu anlarız.
Etrafımızdaki insanların birçoğu ahlaki değerleri kaybettiğinden şikayetlerde bulunurlarken kendimizin de nefsimizi her şeyin önüne koyduğumuzu unuturuz.
Öyle olmamış olsaydı¸ nefsanî isteklerimiz her şeyden önce gelmeseydi¸ ağır gelmesine rağmen haftada en azından bir kere sabah namazlarına camiye giderdik.
Televizyon seyretmeyi çocuklarımızla ilgilenmeye tercih etmiş olsaydık yemeği yer yemez karşısına kurulmazdık. O haram senin bu haram benim bir şey yokmuş gibi karşısına dikilmezdik. Etrafımızda bulunan ve her açıdan yardıma muhtaç olan insanların en azından birinden haberdar olur ve onun sorunlarıyla ilgilenirdik.
Dindar kimliğimizin gereği olarak kendimize daha fazla dikkat ederdik. Ancak kendi nefsimizi o kadar merkeze koyduk ki¸ başkalarının bencilliği ve ahlaki değerlerden uzaklaşmışlığı bizim kendi hatalarımızı görmemizi engelledi. Oysa biri oturup bizim kusurlarımızı yazacak olsa acaba kaç sayfa gerekirdi?
Demek oluyor ki¸ nefsi öncelemek sadece çevremizdeki insanların içine düştüğü bir çukur değil¸ biz de bu kötülükten payımızı fazlasıyla almışız. Hatta öyle almışız ki¸ camide bir insan bizi rahatsız edecek olduğunda nerede olduğumuzu unutarak kızıyoruz.
Tahammülümüz kalmamış. Kızmak için bahane arıyoruz. Böyle olunca da İslâm’ın yüce ahaki değerleri başkalarında aradığımız özellikler haline gelmiş.
Kendimize bakmak ve biz bu değerlerin neresindeyiz demek aklımıza gelmez olmuş.
Sanki bu din bizim dışımızdaki insanlara gönderilmiş de biz talep edilenlerden muafmışız gibi bir halimiz var.
Hayatın Merkezinde Nefis Olmamalı
İşin kötüsü¸ içinde bulunduğumuz hâli kanıksamış ve benimsemiş olmamızdır. halimizden o kadar memnunuz ki eksiklerimizi düzeltmek bir yana bunları görmek bile işimize gelmemektedir.
Hayatın merkezine kendi nefsimizi koymuşuz ve dünyanın bizim etrafımızda dönmesini bekliyoruz. Düzelmenin kendi nefsimizden başlayacağını¸ etrafın düzelmesinin biz düzeldikten sonra gerçekleşeceğini ise aklımıza getirmek istemiyoruz. En basitinden evimizde bile herkesten bir şeyler yapmalarını bekliyoruz ancak kendimizi kenara çekiyoruz.
Bize göre evdeki herkes iyi insan olmak zorundadır¸ ahlaki güzelliklerden ödün veremez. Çocuklarımız ve eşimiz böyle olmaya mahkumdurlar. Bu sebeple bir kusurlarını gördüğümüzde hemen küplere bineriz. Peki¸ biz bu taleplerimiz karşısında kendi nefsimizden hangi ödünü veriyoruz? Adımı hep başkasının atmasını beklediğimizden kendimizi düzeltmek için bir çaba içerisine girmiyoruz.
Bu durum¸ namaz kılmayan bir kişinin eşini sabah namazına kaldırmasına benzemektedir. Kendisi ibadetlerini yerine getirmez¸ ancak evinin bereketi kaybolmasın diye eşinin beş vakte beş daha katmasını bekler. Çocuklarının da en güzel ahlaka sahip olmalarını ister. Ancak yavrularının ondan ahlak adına ne aldıklarını düşünmek bile istemez. Kendisini düzeltmeden çocuklarının düzelmesini bekler. Oysa evdekilerin en çok etkilendikleri kendisidir.
Hayatımız boyunca nefsimizin öncelediğiyle, Rabbimizin öncelettiği değerler arasında çatışacağız. Ama bu çatışmalarda başkaları yerine çuvaldızın ucu bize dönük olmalı. bu mücadelede en ufak kazandığınız değeri göz ardı etmeyiniz onlar sizde damlayken denize dönüşecek sizin kimlik ülkenizde doyumsuz okyanus manzarasına çevirecektir.
Evet
Gerçekten de bu nefis ne azgındır ve ne kadar da zalimdir!? İnsanın kendisini ıslah etme çabasına her zaman engel olmaya çalışır ve bunu ona hatırlatmak bile istemez. Rabb’imizin beyan ettiği üzere¸ “nefis aşırı derecede kötülüğü emreder.” (12/Yûsuf¸ 53)
Ama ümitvar da olun:
O halde gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun, dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğinize olarak harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir. (TEĞABÜN/16)
Kim de Rabbinin divanında durmaktan korkmuş, nefsini boş heveslerden menetmiş ise, Kuşkusuz onun varacağı yer cennettir. (NAZİ’AT/40-41)
Öncelediğimiz nefsimizin, Ötelerdeki Gerçek doyumsuz isteklerine ulaştıracak amellerle, güç ve sabırla donanmamız duasıyla…